Konuyu Oyla:
  • Derecelendirme: 0/5 - 0 oy
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5

Izmir destani:
#1

İşte Falih Rıfkı Atay'ın muazzam anlatışı ile, İzmir'e giren Muzaffer Gazi Paşa veya İZMİR DESTANI:

ORDUNUN İzmir’e girdiği haberini alınca, Yakup Kadri ile beraber bir İtalyan yolcu vapuruna atladık ve yola çıktık. Başkumandan Gazi ve Müşir Mustafa Kemal Paşa’yı görmeye gidiyorduk. Limana girdiğimiz vakit, şehre çıkmak isteyen yolcu*ların kâğıtlarına bakmak üzere, birkaç subay, vapura geldiler. Yakup’la beni hemen bıraktılar. Rıhtım üstünde sırtlarını yapı duvarlarına dayayıp se*fer yorgunluğunu gideren boz esvaplı askerlerden başka kimse yoktu. Doğru Kramer Palas oteline gittik. İki oda tuttuk ve eşyalarımızı bıra*karak başkumandanlık ka*rargâhını araştırmaya koyul*duk. Kordon üstünde bir evi salık verdiler, gittik. Alt katın açık penceresinden, masası başında oturan Mustafa Ke*mal’in keskin profilini görü*yorduk. Bir İngiliz subayı karşısında ve ayakta idi. Onunla konuşması bitince bizi hemen yanına çağırdı:

“-İstanbul’da ne var, ne yok?“ diye sordu. Yakup’un “İkdam“da, benim “Akşam“da yazdıklarımızı öteden beri takip ettiğini öğrenmiştik. Biz de onun yabancısı olmamak*la beraber, heyecanımızı güç tutuyorduk.
İzmir kıyılarında Mustafa Kemal… Bu, rüya gibi bir şeydi. Yanık yüzlü, tığ gibi endamlı, ürkütücü ve engin bakışlı, acaba hangi masalda*ki kahraman bize o sabah görünen Mustafa Kemal ka*dar güzel olmuştur?
Sonra bizi başka bir odada, büyükçe bir masanın başın*daki Garp Cephesi Kumanda*nı İsmet Paşa’ya gönderdi:
“-İstanbul’dan haber var“ dedi, İsmet Paşa ile tanışıklı*ğımız daha eski idi.
Bu, korkunç yangının baş*ladığı gündür. Eşyalarımızı almak için bile bir daha Kra*mer Palas’a dönemedik. Ateş büyüdükçe ve sardıkça, rıhtım boyu halk kalabalığından ka*rarmaya başladı. Mustafa Kemal’in bu evi bırakarak ya Karşıyaka, yahut Göztepe ta*raflarına gitmesi lâzımdı. Fa*kat yanına kim girse redde*diyordu. Başyaver Salih bize:
“-Misafirsiniz, belki sizi paylamaz, bir de siz teklif et*seniz…“ demişti. Doğrusu bu akıl verme vazifesini üstümü*ze almak istemedik.
Akşam saatleri geldi. Kor*don arkası ateş, Kordon bo*yu çığlık içinde idi. Kayıklarla limandaki yabancı zırhlıla*ra koşuşan halkı, merdiven başlarındaki süngülü nöbet*çiler geri kovuyorlardı. Mustafa Kemal ve arkadaşlarını bu sımsıkı, kaçak ve şüpheli insanlarla dolu kalabalığın içinden sıyırıp çıkarmak bir mesele idi.
Nihayet Mustafa Kemal ka*rar verdi. Yol açmak için bir büyük kamyonla birkaç otomobili güçlükle kapı önüne yanaştırdılar. Mustafa Ke*mal, İzmir’e girdiği için ken*disine evini teklif eden Lâtife Hanım’ın Göztepe’deki köşkü*ne gidecekti. Biz de Karşıyaka’da bir eve misafir olacak*tık.

Mustafa Kemal, asker do*lu kamyonun arkasında açık otomobilinde, bağrışan, haykırışan, ağlaşan halk arasın*dan: ”İşte, işte o… İşte Mustafa Kemal…” seslerini duya*rak geçti, gitti.
Bir hamle etseler, daracık Rıhtımboyu üstünde Mustafa Kemal’i nefessizlikten boğabileceklerini ürkerek düşünüyorduk. Bu dehşet hissi al*tındaki kalabalığın yılgınlığı nedir, onu hiçbir zaman İzmir’in o akşamında olduğu kadar anlamak fırsatını bula*madım.
KARARGÂHLAR Bornova köyünde idi. Biz de bir İngiliz evine yerleşmiştik. Akşamları Mustafa Kemal beni ve Yakup’u alır, Göztepe’deki köşküne küfürlü içerikürürdü. En bahtiyar saatlerimizi orada geçirirdik. Osmanlıca’da tahkiye denen bir söz vardır, bu iyi tatlı ve sürükleyici anlatışta Mustafa Kemal’e yaklaşabi*len belki hiç kimse görme*dim. Konuştuğu gibi yazsaydı, büyük bir sanatkar şöhre*ti de bırakacağına şüphe yoktu. Naima’nın bir inşa, bir de tahkiye tarafı vardır. Mus*tafa Kemal’in yazısı bu inşa*ya, konuşması bu tahkiyeye benzerdi. Eşsiz bir hafızası vardı. Hikâyeleri, renkler ve nüanslarla canlanır, dururdu. Akşamları kumandan ceketi*ni çıkarır, bildiğimiz kemerli beyaz Rus gömleğini giydiği olurdu. Bu gömlek yakışabil*mek için, vücudu ve beli ne kadar ince olmalı idi.
O günler, Mustafa Kemal’*in, bir destan şairinin haya*linde tamamlanabilecek ne eksiği olduğunu düşünüyo*rum. Geceleri “sevmek mi, acı*mak mı“ diye ….(Bu kısım gazetede maalesef okunaklı değildi) söyler, dinler, sorar, güler veya coşardı. Alayı kuvvetli, hicvi yıkıcı idi.
Gündüzleri en ciddi işleri, ayaküstü, şaka eder gibi bir yapışı vardı. Bunlardan biri İngiliz harp gemilerinin li*mandan çıkması için or*du kumandanına verdirdi*ği ültimatomdur. Lâtife Ha*nım’a Fransızcasını yazdırıp, dil meselesi üstünde konuştu*ğu vakit bir tercüme eğlen*cesi yaptığı zannedilebilirdi. Bazıları telâş etmişler: “Buraya kadar her şey iyi gitti, şimdi İngiltere ile harbe tutuşacağız, aldıkları*mızı da geri vereceğiz.“ demiş*lerdi.

Bizim bile, hele bir mütare*ke yapalım, İngiliz gemileri*nin birkaç zaman daha İzmir limanında kalmasından ne çıkar, diyeceğimiz geldi. Fa*kat mühlet saati geldiğinde donanmanın ufuklara doğru kaybolduğunu gördük. İstanbul’daki Fransız gene*rali Pelle’nin Göztepe köşkü merdivenlerini nasıl sarara*rak çıktığını hatırlıyorum.
Konuşmadan sonra Mustafa Kemal diyordu, ki:
–“Bana Boğazlar üstüne yürüyen kıtaları durdurmamı teklif etti. Ben de muzaffer orduları hiçbir yerde durdur*mak mümkün olmadığını, he*men mütareke yapmaya karar vermelerini söyledim.“
Bir müddet durdu, güldü.
-“Muzaffer ordular…“ dedi, “bunlar o kadar dağıldılar ki toplamaya kalkışsam kim bi*lir kaç hafta sürer!“


mustafakemalim.com
Cevapla


Hızlı Menü:


Konuyu Okuyanlar: 1 Ziyaretçi